13 Şubat 2012 Pazartesi

Whitney Houston


Yaşadığım her günün
En iyi şeyimi verceğim bir gün olmasını istiyorum
Ben sadece bir taneyim ama yalnız değilim
En güzel günüm henüz bilinmiyor
Zevki tadacak her kazanç için kalbimi kırdım
Acıya göğüs gerdim
Ayağa kalkar ve düşerim
Gene de bütün bunların sayesinde bu(acı) fazla kalır
Zaman içinde bir an istiyorum
Olabildiğimi zannettiğim şeyden daha fazlasını olduğum
Bütün hayallerimin uzakta bir kalp atışı olduğu
Ve cevapların tamamen bana bağlı olduğu..(bir an istiyorum)
Zaman içinde bana kaderle yarıştığım bir an ver
Böylece zamanın şu anında
Sonsuzluğu hissedeceğim,hissedeceğim
En iyi olmak için yaşadım
Hepsini istiyorum,daha azı için zaman yok Planları hazırladım
Şimdi burada fırsatı ellerime koy
Zaman içinde bana bir an ver
Olabildiğimi zannettiğim şeyden daha fazlasını olduğum
Bütün hayallerimin uzakta bir kalp atışı olduğu
Ve cevapların tamamen bana bağlı olduğu..(bir an istiyorum)
Zaman içinde bana kaderle yarıştığım bir an ver
Böylece zamanın şu anında
Sonsuzluğu hissedeceğim,hissedeceğim
Ömür boyu kazanan sensin
Zaman içindeki şu anı yakalarsan eğer
Onu parlat
Zaman içinde bana bir an ver
Olabildiğimi zannettiğim şeyden daha fazlasını olduğum
Bütün hayallerimin uzakta bir kalp atışı olduğu
Ve cevapların tamamen bana bağlı olduğu..(bir an istiyorum)
Zaman içinde bana kaderle yarıştığım bir an ver
Böylece zamanın şu anında
Özgür olacağım,olacağım,olacağım
Özgür olacağım
(artık özgürsün sevgili Whitney..<3)

Oscar'da Nostalji Rüzgarı

Bu yıl Oscar ödüllerine nostaljik havasıyla geçmişi anlatan filmler vuracak gibi... Mesela The Artist filmi bir sessiz sinema artistin zamanın değişmesiyle nasıl etkisiz kaldığını anlatmaktadır.  Dünkü amatörler sesli filmle başarıya koşarken değişime ayak uyduramayan sessiz film sanatçıların bocalaması konu olarak ele alınmış lakin karamsar bir hava çzmekten ziyade yüzümüzde bir tebessüm bırakmayı tercih ediyor film.

Şahsen The Artist filminin performanslarını abartı olarak görüyorum. Bu denli belirgin mimik ve davranış biçimlerinin sergilenmesi ve tekrarlanması büyük ihtimalle yönetmenin konseptinde yer aldığı içindir, hani sessiz sinemadan sesliye geçişini vurgulamak açısından ön plana çıkarılmıştır lakin kurguyu hiçte yenilikçi bulmadım. Sunset Bulvarın temasını, Yaşamın Renkleri filmine benzer süprizleri ve son olarak The Aviator filmindeki yalnızlık duygusunu alarak karşımıza maydonozu eksik bir yayla çorbası gibi getirildiğini düşünüyorum. Film kötü değil ama abartılacak bir yanı da yok bana göre. Yağmur Altında gibi tekrar tekrar izlenilecek bir eserde değil üstelik. Ödül töreninden sonra bu filmin tozlu raflarda yerini alması hiçte uzak bir ihtimal değil.

Başka nostaljiyle dövünen bir film Woody Allen'in Parisli Geceler filmi...Woody bu sefer 1920'nin Paris'ine kafasını takmış. Woody yine yapacağını yaptı ve hoş bir film çekmeyi başardı. Owen Wilson'u pek sevmeme rağmen bu rolüyle gözüme baya bir sempatik göründü.




Filmin ilginç yanı Paris'i hem şimdiki zamanda hem geçmiş zamanda göstermesi diyebiliriz ve sadece Paris değil, karakterlerin ve sanatçıların yarattığı sanatsal aura, tarih kokan gezintileri ve enteresan ilişkiler bu ambiyansa dahil. Şimdiki zamandan memnun kalmayan insanların, ben yanlış zamanda dünyaya gelmişim...şu zamanda yaşamalıydım, o zaman herşey güzel olurdu fikri film boyunca irdeleniyor diyebiliriz. Hayallerin ve ilhamın gerçekliğe nasıl bir renk kattığını görebiliyoruz ki bu hayallerimizden uzaklaştırmak isteyen kişilerden yolların ayrıldığının da o gerçekliğin bir parçası olduğunu idrak ediyoruz. Bazen yağmur altında yürümek güzeldir.

Yılın en iyi filmlerden biri de hiç kuşkusuz The Help tir. Viola Davis ve Octavia Spencer, her ikisi de olağanüstü bir oyunculuk ortaya koysalarda Kathryn Stockett'in kitabı başlı başına harika  bir eser.
Amerikan'ın özgürlük ve bağımsızlık savaşı bitmiş ama sihayi vatandaşları Mississipi gibi eyaletlerde hala üçüncü sınıf vatandaşı muamalesi görmektedir. Elbette yine mi ırkçılık teması diyeceksiniz ve bir yadırgama içine girebilirsiniz. Ancak filmin eleştirileri bana çok doğal ve samimi geldi, hikayede bir o kadar gerçekçi. Siyahi dadı ve hizmetkarlarn gözünden Amerikan burjuva sınıfını görmek ve evlerinde nasıl bir yaşam sürdüklerini görmek hem eğlenceli hem üzücüydü. Trajikomedi sınıfında en iddialı filmlerden biri, kalben sevdiğim bir film olmuştur.

Gelgelelim Savaş Atı (War Horse) filmine, Spielberg'in fikri bir atın gözlerinden I.Dünya savaşını yansıtmak olsada film oldukça yetersiz kalıyor. Atı yetiştiren çocuk ve atımız arasındaki bağlılık tüm hayvanseverleri yüreklendirmiş olabilir ama eskiden çevirilen Lassie filmlerin klasına bile yaklaşamadığını düşünüyorum, ki bana göre heyecansız ve klişelerle bezeli bir serüvenle karşılaştım. Steven Spielberg'in şöyle böyle  biraz duygu sömürüsü yaparakta, filmde barış mesajların verilmesiyle bir yere varılamayacağı görülüyor. Eskimiş bir zihnin eseri gibi duruyor War Horse. Bazı yerlerde sinematografi adına güzel kareler yakalanmış ama hikaye bana göre sönük. Yalnız atın kaçışı fena değildi ve küçük kızla tanışması.


Nihayet Hugo filmini izleme şansını buldum ve fantastik sinemanın yaratılışı ve doğuşuna karşı bir saygı duruşu niteliğinde olduğunu farkettim. Scorsese Hugo Cabaret'nin hikayesini anlatarak bir nevi ilk film yapımcılardan George Melies'nin hayatını da anlatmış oluyor. Biraz sabır isteyen bir yapım olduğu için bazılarınız sıkılabilir ama bence güzel bir hikaye idi. Çocuk oyuncuların performansları da hoştu. Çocukların macera ruhu bana biraz Yukarı Bak animasyonunu hatırlattı. Hoş bir hikaye, ancak en iyi film Oscarını sırtlayabilecek kadar iyi değil. Ne kadar güzel çekilmiş olsada sonuçta yinede bir çocuk filmi olarak karşımızda. Söylemeden edemiyeceğim, Chloe Moretz'in oyunculuğunu bu filmde de beğendim. Scorsese sinema tarihinin geçmişini anarak bir nevi The Artist gibi sinemanın kökleri karşısında eğilmiş lakin The Artist sanat ve fikir açısından ödül için önde görünüyor.

Oscar gecesinden evvel 'My Week With Marylin' filmini de izleyerek Colin isimli bir gencin Prens ve Şovkızı filmin çekimleri sırasında Marylin Monroe ile beraber bir hafta geçirme şansını bulmasıyla Marylin hakkında kendi izlenimlerini bize aktarmasını gayet hoş buldum.

Yalnız Michelle Williams'in yüzünü bir türlü Marylin Monroe'nun simasına yakıştıramadığım için filme bir türlü ısınamadım. Hiç şüphesiz Bayan Williams iyi bir Marylin performansı ortaya koymuş, mimikler ve davranışlarıda iyi ezberlemiş, ancak kendisini tatlı bulmak imkansız, zira o Marylin değil. Uzaktan belki yüzü seçilmeyebilir ve filmin atmosferi de gayet güzel sayılabilinir. Ne yazık ki biraz heyecansız ve yavaş bir film olduğunu düşünüyorum, onun için daha Marylin'i merak edenlere hitap edecek bir biyografi kesidi bu film.


Geçmişin gizemli rüzgarınla ilgilenen başka bir Oscar adayı Meryl Streeptir. Zamanının demir leydisi Magaret Thatcher'i canlandırarak iyi bir iş çıkarttığı söyleniyor ama fragmanlarda gördüğüm kadarıyla Streep abartılı bir oyun seçmiş, bu da benim tarzıma hiç uymuyor. Oscarı bu performansnla zorlasada, umarım Viola Davis heykelciği kucaklar, artık ne olacağını hep beraber göreceğiz.

3 Şubat 2012 Cuma

Hitchcock List



Marnie filminde Alfred Hitchcock sette Tippi Hedren'i havaya sokuyor.
  • Torn Curtain  (1966): Acımazsız Stazi casuslarının eline kim düşmek ister. Soğuk savaşın siyasi yansıması...
  • Marnie (1964):  Birinin saplantılı objesi olmak gerçekten korkunç bir duygudur...
  • Spellbound (1945): İnsan psikolojinin derinliklerine bir gezi 
  • The Man Who Knew To Much (1975): Biri çocuğunuzu kaçırırsa ne yaparsınız?
  • Rear Window (1954) : Çok falza merak kediyi öldürür ve muhteşem bir Grace Kelly...
  • North To Northwest (1959): Mısır tarlası üzerinde uçan ilaçlama uçağını kim unutabilir ki...
  • Vertigo (1958): Boşuna dememişler merhametten maraz doğar.
  • Rope (1948): Kendine fazla güvenen iki öğrenci ve kanlı ziyafet
  • Strangers On A Train (1951): İnsanlardan kurtulma sanatı
  • Rebecca (1940): Manderlay malikanenin gizemi
  • The Birds (1963): Ve gün gelecek kuşlar kafamıza taş yağdııracak.
  • The Trouble With Harry (1955): Bir Ölünün potresini çizerseniz...
  • To Catch A Thief (1955): Bir hırsızı sevmek, ihtiras ve intikam
  • Shadow Of A Doubt (1943)
  • The Wrong Man (1956)
  • Notorious (1946): Kurtların önüne yem olarak sunulmak...
  • Dial M For Murder (1943): Kusursuz Cinayetin kusurları...
  • 39.Basamak (1935) - 39 Steps
  • Psycho (1960) - Sapık: Şizofren filmlerin atası

1 Şubat 2012 Çarşamba

Efsane Güzel


                                                             Put The Blame On Mame (Gilda - 1946)

Kıskançlık hissini en güzel yansıtan filmlerden biri de Rita Hayworth'in başrolü oynadığı 1946 yapımı Gilda dır. Bence Casablanca filminden bile daha güzeldir. Rita Hayworth filmde  'Put The Blame On Mame' şarkısı eşliğinde striptiz yaparken eski sevgilisi Johnny Farrel (Glenn Ford) kıskançlık krizine girer.

Filmde Gilda kızımıza kumarhaneler patronu Ballin Mundson sahip çıkmış ve Rita'nın eski sevgilisine de Buones Aires'deki kumarhaneyi yönetmek için görev vermekle beraber şimdiki gözdesi olan Gilda'yı, yani Rita Hayworth'u da koruması için vazifelendirmiş. Bu şekilde mafya kıllıklı patron Ballin her iki tarafa gücünü göstererek hem Gilda'nın hem Farrel'in kendisine karşı olan sadakatını değerlendirmek istiyor. Bizde sık kullanılan bir deyimle 'ateşe körükle üstlerine gidiyor'.
Gilda ise eski sevgilisini zor durumda bırakmak ve kıskandırmak için elinden gelenini yapıyor. Aşk ve nefretin birbirine yakın duygular olduğunu gösteren bir klasiktir Gilda. Yanlış hatırlamıyorsam daha sonra konu benzer bir şekilde Kadir İnanır ve Türkan Şoray için uyarlanıp çekilmişti. 

Bugün bile Rita Hayworth denince akla Gilda’nın gelmesi, filmin ve Hayworth’un başarısının bir göstergesidir.

Gilda hakkında anlatılan sayısız efsane vardır ama Amerikalıların nükleer denemeler sırasında Bikini adasına attıkları bombaya “Gilda” adını vermesi bunların arasında en ilginçlerinden biridir.


Hollywood'un uzun bacaklı, güzel aktrisi (1918-1987)





Rita Hayworth ya da asıl adıyla Margarita Carmen Cansino 17 Ekim 1918’de New York'ta dünyaya geldi. İspanyol asıllı bir babanın ve Amerikalı dansçı bir annenin çocuğu olunca bolca dans ettikten sonra 15 yaşınla oyuncu olmaya karar verip rol kapmaya başlar ve bi sürü dans müzikalinde rol alır. Toplam beş kez evlenen güzel yıldızın Orson Welles ve Prens Aly Khan’dan birer kızı bulunuyor. Orson Welles ile birlikte 1947 yılında The Lady from Shanghai (Şangaylı kadın) filmiyle de şöhretini iyice pekiştirmiştir.

Soldier Blue





Soldado Azul diğer ismiyle Soldier Blue (Mavi Asker) klişe westernlernden çok farklı bir çizgide yer almaktadır. John Ford, John Wayne filmlerinin aksine kızılderelileri kötü ve beyinsiz insanlar olduğunu göstermek yerine gerçekte neler yaşandığını tüm çıplaklığıyla ortaya sermektedir.

Film Amerikalıların özgürlük, medeniyet ve demokrasi uğruna kızıldereliler ırkına nasıl bir kıyım gerçekleştirdiklerini, çarpıcı bir görsel şiddetle gözler önüne sermektedir. Asıl soykırım dedikleri bu olsa gerek.






Kızılderelilerle yaşayan, sarışın bir beyaz kadını oynayan Candice Bergen'in gözünden kızılderelilerin tarafına ve yaşamlarına tanık oluyoruz. Peter Strauss acemi bir Amerikan süvarinin rolünü üstleniyor. Kızıldereliler üzerine yapılan bir katliam sonrası bu ikili kaçar ve doğayla çetin bir mücadele içindeyken biribirini daha iyi anlamaya, tanımaya başlar.

Canibal Holocaust ve I Spit On Your Grave filmleri gibi şok etkisi yapan, etkileyici bir westerndir Soldier Blue.

Etnik ırkçılık karşıtlığınla bilinen western filmleri:

  • A Man Called Horse
  • Little Big Man
  • Hombre
  • Kurtlarla Dans (Dance With The Wolves)
  • The Last Of Mohicans (Son Mohikan)


                                           Martin Ritt'in çektiği Hombre (1967)  filminden