30 Mayıs 2012 Çarşamba

Bilimkurgu Klasikleri


Capitaine Flam ya da Captain Future ismiyle gösterime giren bu bilimkurgu anime klasiği gayet orjinal bir soundtracke sahip.


Dark Star (1974)


John Carpenter'in bu filmi varoluş felsefesi ( existentialism) üzerine mizansen özellikler taşımaktadır.


23 Mayıs 2012 Çarşamba

Rebecca (1940)

veya Manderlay malikanesinin gizemi


Alfred Hitchcock ingilitere'de çektiği filmlerle ses getirmeye başlayınca Rebecca'yı çekmek için Amerika'ya gitti. Yanında da kaliteli bir ingiliz oyuncu kadrosu götürdü. Laurence Olivier hiç tartışmazsız zamanının başarılı oyuncularından. Ne kadar klasik ingiliz edebiyat eseri varsa Laurence Olivier orada, Aşk ve Gururdan tutun, Hamlet'ten her telden çalan, tiyatro kökenli bir oyuncudur. 


Asıl genç kızı canlandıran Joan Fontaine harika bir performans sergilemiş ki oyunculuğu oldukça doğal buldum.




Zengin bir bayanın kişisel hizmetçisini oynayan Joan Fontaine sosyete zengini, yakışıklı ama kalbi kırık Mr. de Winter’le tanışır. Tanışmanın ardından tatilini bir talihsizlik sonucu hasta yatağında geçirmek zorunda kalan orta yaşlı Mrs. Van Hopper, de Winter’in acı dolu geçmişini bizimle paylaşır. De Winter’in güzel, sosyetede herkes tarafından sevilen, kusursuz, hayat dolu eşi Rebecca, trajik bir yelkenli kazasında boğularak ölmüştür. Film, sahnede asla göremeyeceğimiz ama ismi geçtikten sonra bizden hiç ayrılmayacak olan Rebecca hayaletini önce gizler ve kısa süren bir aşk masalına dönüşür. Güzel hizmetçi, Mrs. Van Hopper’ın da hasta olmasıyla eline geçirdiği tüm boş vakitleri de Winter’le geçirmeye başlar ve bu ilişki Mrs. Van Hopper’a bir hizmetçiye mal olur. Çünkü sisler içindeki saraydan bozma İngiliz malikanesi Manderley’in yeni hanımı genç bayan Mrs. de Winter olacaktır. (alıntı: sanatlog)




Filmi değilişk bölümlere ayırmak mümkündür. İlk olarak genç kız ve de Winter arasındaki tanışma ve aşık olma fasılına tanık oluyoruz, sonraysa Joan Fontaine evin hanımı olarak Manderlay malikanesine gidiyor ve orada bir hizmetçi ordusuyla karşılaşıyor. Hizmetkarların başında kafadan biraz kontak olan Mrs. Danvers var, kendisini görünce ne demek istediğimi anlayacaksınız.

<><><><><><><><><><> <><><><><><><><><><> <><><><><><><><><><>
Bayan Danvers, baş hizmetkar





Bizim kız iyi niyetli ve altın kalpli ama Manderlay malikanesinde bazı nahoş şeyler oldu ki kızımız araştırmalarına başlar ve Rebecca etrafında dönen gizemin etkisi onu da sarmalamaya başlar.  Filmdeki gizem kendini gayet net hissetiriyor, öyle puslu bir atmosfer yok. Uzun film süresine rağmen hiç sıkılmıyorsunuz. Fakir kız zengin eve gelin olarak gelir. Bu açıdan bizim Türk filmlerinin hikayelerine benziyor ama Hitchcock söz konusu olunca hep fazlası olur. Rebecca başlarda bir hayalet hikayesini andırsada içinde psikolojik öğeler barındıran sıkı bir polisiye filmidir.


Yalnız Laurence Olivier zatın zaman zaman o yapmacık öfke nöbetlerine biraz söylendim ama adama hak vermek lazım kendisi ingiliz, bizim gibi eksantrik bir güneyli değil, yani tekme tokat olaya girişmiyor.

13 Şubat 2012 Pazartesi

Whitney Houston


Yaşadığım her günün
En iyi şeyimi verceğim bir gün olmasını istiyorum
Ben sadece bir taneyim ama yalnız değilim
En güzel günüm henüz bilinmiyor
Zevki tadacak her kazanç için kalbimi kırdım
Acıya göğüs gerdim
Ayağa kalkar ve düşerim
Gene de bütün bunların sayesinde bu(acı) fazla kalır
Zaman içinde bir an istiyorum
Olabildiğimi zannettiğim şeyden daha fazlasını olduğum
Bütün hayallerimin uzakta bir kalp atışı olduğu
Ve cevapların tamamen bana bağlı olduğu..(bir an istiyorum)
Zaman içinde bana kaderle yarıştığım bir an ver
Böylece zamanın şu anında
Sonsuzluğu hissedeceğim,hissedeceğim
En iyi olmak için yaşadım
Hepsini istiyorum,daha azı için zaman yok Planları hazırladım
Şimdi burada fırsatı ellerime koy
Zaman içinde bana bir an ver
Olabildiğimi zannettiğim şeyden daha fazlasını olduğum
Bütün hayallerimin uzakta bir kalp atışı olduğu
Ve cevapların tamamen bana bağlı olduğu..(bir an istiyorum)
Zaman içinde bana kaderle yarıştığım bir an ver
Böylece zamanın şu anında
Sonsuzluğu hissedeceğim,hissedeceğim
Ömür boyu kazanan sensin
Zaman içindeki şu anı yakalarsan eğer
Onu parlat
Zaman içinde bana bir an ver
Olabildiğimi zannettiğim şeyden daha fazlasını olduğum
Bütün hayallerimin uzakta bir kalp atışı olduğu
Ve cevapların tamamen bana bağlı olduğu..(bir an istiyorum)
Zaman içinde bana kaderle yarıştığım bir an ver
Böylece zamanın şu anında
Özgür olacağım,olacağım,olacağım
Özgür olacağım
(artık özgürsün sevgili Whitney..<3)

Oscar'da Nostalji Rüzgarı

Bu yıl Oscar ödüllerine nostaljik havasıyla geçmişi anlatan filmler vuracak gibi... Mesela The Artist filmi bir sessiz sinema artistin zamanın değişmesiyle nasıl etkisiz kaldığını anlatmaktadır.  Dünkü amatörler sesli filmle başarıya koşarken değişime ayak uyduramayan sessiz film sanatçıların bocalaması konu olarak ele alınmış lakin karamsar bir hava çzmekten ziyade yüzümüzde bir tebessüm bırakmayı tercih ediyor film.

Şahsen The Artist filminin performanslarını abartı olarak görüyorum. Bu denli belirgin mimik ve davranış biçimlerinin sergilenmesi ve tekrarlanması büyük ihtimalle yönetmenin konseptinde yer aldığı içindir, hani sessiz sinemadan sesliye geçişini vurgulamak açısından ön plana çıkarılmıştır lakin kurguyu hiçte yenilikçi bulmadım. Sunset Bulvarın temasını, Yaşamın Renkleri filmine benzer süprizleri ve son olarak The Aviator filmindeki yalnızlık duygusunu alarak karşımıza maydonozu eksik bir yayla çorbası gibi getirildiğini düşünüyorum. Film kötü değil ama abartılacak bir yanı da yok bana göre. Yağmur Altında gibi tekrar tekrar izlenilecek bir eserde değil üstelik. Ödül töreninden sonra bu filmin tozlu raflarda yerini alması hiçte uzak bir ihtimal değil.

Başka nostaljiyle dövünen bir film Woody Allen'in Parisli Geceler filmi...Woody bu sefer 1920'nin Paris'ine kafasını takmış. Woody yine yapacağını yaptı ve hoş bir film çekmeyi başardı. Owen Wilson'u pek sevmeme rağmen bu rolüyle gözüme baya bir sempatik göründü.




Filmin ilginç yanı Paris'i hem şimdiki zamanda hem geçmiş zamanda göstermesi diyebiliriz ve sadece Paris değil, karakterlerin ve sanatçıların yarattığı sanatsal aura, tarih kokan gezintileri ve enteresan ilişkiler bu ambiyansa dahil. Şimdiki zamandan memnun kalmayan insanların, ben yanlış zamanda dünyaya gelmişim...şu zamanda yaşamalıydım, o zaman herşey güzel olurdu fikri film boyunca irdeleniyor diyebiliriz. Hayallerin ve ilhamın gerçekliğe nasıl bir renk kattığını görebiliyoruz ki bu hayallerimizden uzaklaştırmak isteyen kişilerden yolların ayrıldığının da o gerçekliğin bir parçası olduğunu idrak ediyoruz. Bazen yağmur altında yürümek güzeldir.

Yılın en iyi filmlerden biri de hiç kuşkusuz The Help tir. Viola Davis ve Octavia Spencer, her ikisi de olağanüstü bir oyunculuk ortaya koysalarda Kathryn Stockett'in kitabı başlı başına harika  bir eser.
Amerikan'ın özgürlük ve bağımsızlık savaşı bitmiş ama sihayi vatandaşları Mississipi gibi eyaletlerde hala üçüncü sınıf vatandaşı muamalesi görmektedir. Elbette yine mi ırkçılık teması diyeceksiniz ve bir yadırgama içine girebilirsiniz. Ancak filmin eleştirileri bana çok doğal ve samimi geldi, hikayede bir o kadar gerçekçi. Siyahi dadı ve hizmetkarlarn gözünden Amerikan burjuva sınıfını görmek ve evlerinde nasıl bir yaşam sürdüklerini görmek hem eğlenceli hem üzücüydü. Trajikomedi sınıfında en iddialı filmlerden biri, kalben sevdiğim bir film olmuştur.

Gelgelelim Savaş Atı (War Horse) filmine, Spielberg'in fikri bir atın gözlerinden I.Dünya savaşını yansıtmak olsada film oldukça yetersiz kalıyor. Atı yetiştiren çocuk ve atımız arasındaki bağlılık tüm hayvanseverleri yüreklendirmiş olabilir ama eskiden çevirilen Lassie filmlerin klasına bile yaklaşamadığını düşünüyorum, ki bana göre heyecansız ve klişelerle bezeli bir serüvenle karşılaştım. Steven Spielberg'in şöyle böyle  biraz duygu sömürüsü yaparakta, filmde barış mesajların verilmesiyle bir yere varılamayacağı görülüyor. Eskimiş bir zihnin eseri gibi duruyor War Horse. Bazı yerlerde sinematografi adına güzel kareler yakalanmış ama hikaye bana göre sönük. Yalnız atın kaçışı fena değildi ve küçük kızla tanışması.


Nihayet Hugo filmini izleme şansını buldum ve fantastik sinemanın yaratılışı ve doğuşuna karşı bir saygı duruşu niteliğinde olduğunu farkettim. Scorsese Hugo Cabaret'nin hikayesini anlatarak bir nevi ilk film yapımcılardan George Melies'nin hayatını da anlatmış oluyor. Biraz sabır isteyen bir yapım olduğu için bazılarınız sıkılabilir ama bence güzel bir hikaye idi. Çocuk oyuncuların performansları da hoştu. Çocukların macera ruhu bana biraz Yukarı Bak animasyonunu hatırlattı. Hoş bir hikaye, ancak en iyi film Oscarını sırtlayabilecek kadar iyi değil. Ne kadar güzel çekilmiş olsada sonuçta yinede bir çocuk filmi olarak karşımızda. Söylemeden edemiyeceğim, Chloe Moretz'in oyunculuğunu bu filmde de beğendim. Scorsese sinema tarihinin geçmişini anarak bir nevi The Artist gibi sinemanın kökleri karşısında eğilmiş lakin The Artist sanat ve fikir açısından ödül için önde görünüyor.

Oscar gecesinden evvel 'My Week With Marylin' filmini de izleyerek Colin isimli bir gencin Prens ve Şovkızı filmin çekimleri sırasında Marylin Monroe ile beraber bir hafta geçirme şansını bulmasıyla Marylin hakkında kendi izlenimlerini bize aktarmasını gayet hoş buldum.

Yalnız Michelle Williams'in yüzünü bir türlü Marylin Monroe'nun simasına yakıştıramadığım için filme bir türlü ısınamadım. Hiç şüphesiz Bayan Williams iyi bir Marylin performansı ortaya koymuş, mimikler ve davranışlarıda iyi ezberlemiş, ancak kendisini tatlı bulmak imkansız, zira o Marylin değil. Uzaktan belki yüzü seçilmeyebilir ve filmin atmosferi de gayet güzel sayılabilinir. Ne yazık ki biraz heyecansız ve yavaş bir film olduğunu düşünüyorum, onun için daha Marylin'i merak edenlere hitap edecek bir biyografi kesidi bu film.


Geçmişin gizemli rüzgarınla ilgilenen başka bir Oscar adayı Meryl Streeptir. Zamanının demir leydisi Magaret Thatcher'i canlandırarak iyi bir iş çıkarttığı söyleniyor ama fragmanlarda gördüğüm kadarıyla Streep abartılı bir oyun seçmiş, bu da benim tarzıma hiç uymuyor. Oscarı bu performansnla zorlasada, umarım Viola Davis heykelciği kucaklar, artık ne olacağını hep beraber göreceğiz.

3 Şubat 2012 Cuma

Hitchcock List



Marnie filminde Alfred Hitchcock sette Tippi Hedren'i havaya sokuyor.
  • Torn Curtain  (1966): Acımazsız Stazi casuslarının eline kim düşmek ister. Soğuk savaşın siyasi yansıması...
  • Marnie (1964):  Birinin saplantılı objesi olmak gerçekten korkunç bir duygudur...
  • Spellbound (1945): İnsan psikolojinin derinliklerine bir gezi 
  • The Man Who Knew To Much (1975): Biri çocuğunuzu kaçırırsa ne yaparsınız?
  • Rear Window (1954) : Çok falza merak kediyi öldürür ve muhteşem bir Grace Kelly...
  • North To Northwest (1959): Mısır tarlası üzerinde uçan ilaçlama uçağını kim unutabilir ki...
  • Vertigo (1958): Boşuna dememişler merhametten maraz doğar.
  • Rope (1948): Kendine fazla güvenen iki öğrenci ve kanlı ziyafet
  • Strangers On A Train (1951): İnsanlardan kurtulma sanatı
  • Rebecca (1940): Manderlay malikanenin gizemi
  • The Birds (1963): Ve gün gelecek kuşlar kafamıza taş yağdııracak.
  • The Trouble With Harry (1955): Bir Ölünün potresini çizerseniz...
  • To Catch A Thief (1955): Bir hırsızı sevmek, ihtiras ve intikam
  • Shadow Of A Doubt (1943)
  • The Wrong Man (1956)
  • Notorious (1946): Kurtların önüne yem olarak sunulmak...
  • Dial M For Murder (1943): Kusursuz Cinayetin kusurları...
  • 39.Basamak (1935) - 39 Steps
  • Psycho (1960) - Sapık: Şizofren filmlerin atası

1 Şubat 2012 Çarşamba

Efsane Güzel


                                                             Put The Blame On Mame (Gilda - 1946)

Kıskançlık hissini en güzel yansıtan filmlerden biri de Rita Hayworth'in başrolü oynadığı 1946 yapımı Gilda dır. Bence Casablanca filminden bile daha güzeldir. Rita Hayworth filmde  'Put The Blame On Mame' şarkısı eşliğinde striptiz yaparken eski sevgilisi Johnny Farrel (Glenn Ford) kıskançlık krizine girer.

Filmde Gilda kızımıza kumarhaneler patronu Ballin Mundson sahip çıkmış ve Rita'nın eski sevgilisine de Buones Aires'deki kumarhaneyi yönetmek için görev vermekle beraber şimdiki gözdesi olan Gilda'yı, yani Rita Hayworth'u da koruması için vazifelendirmiş. Bu şekilde mafya kıllıklı patron Ballin her iki tarafa gücünü göstererek hem Gilda'nın hem Farrel'in kendisine karşı olan sadakatını değerlendirmek istiyor. Bizde sık kullanılan bir deyimle 'ateşe körükle üstlerine gidiyor'.
Gilda ise eski sevgilisini zor durumda bırakmak ve kıskandırmak için elinden gelenini yapıyor. Aşk ve nefretin birbirine yakın duygular olduğunu gösteren bir klasiktir Gilda. Yanlış hatırlamıyorsam daha sonra konu benzer bir şekilde Kadir İnanır ve Türkan Şoray için uyarlanıp çekilmişti. 

Bugün bile Rita Hayworth denince akla Gilda’nın gelmesi, filmin ve Hayworth’un başarısının bir göstergesidir.

Gilda hakkında anlatılan sayısız efsane vardır ama Amerikalıların nükleer denemeler sırasında Bikini adasına attıkları bombaya “Gilda” adını vermesi bunların arasında en ilginçlerinden biridir.


Hollywood'un uzun bacaklı, güzel aktrisi (1918-1987)





Rita Hayworth ya da asıl adıyla Margarita Carmen Cansino 17 Ekim 1918’de New York'ta dünyaya geldi. İspanyol asıllı bir babanın ve Amerikalı dansçı bir annenin çocuğu olunca bolca dans ettikten sonra 15 yaşınla oyuncu olmaya karar verip rol kapmaya başlar ve bi sürü dans müzikalinde rol alır. Toplam beş kez evlenen güzel yıldızın Orson Welles ve Prens Aly Khan’dan birer kızı bulunuyor. Orson Welles ile birlikte 1947 yılında The Lady from Shanghai (Şangaylı kadın) filmiyle de şöhretini iyice pekiştirmiştir.

Soldier Blue





Soldado Azul diğer ismiyle Soldier Blue (Mavi Asker) klişe westernlernden çok farklı bir çizgide yer almaktadır. John Ford, John Wayne filmlerinin aksine kızılderelileri kötü ve beyinsiz insanlar olduğunu göstermek yerine gerçekte neler yaşandığını tüm çıplaklığıyla ortaya sermektedir.

Film Amerikalıların özgürlük, medeniyet ve demokrasi uğruna kızıldereliler ırkına nasıl bir kıyım gerçekleştirdiklerini, çarpıcı bir görsel şiddetle gözler önüne sermektedir. Asıl soykırım dedikleri bu olsa gerek.






Kızılderelilerle yaşayan, sarışın bir beyaz kadını oynayan Candice Bergen'in gözünden kızılderelilerin tarafına ve yaşamlarına tanık oluyoruz. Peter Strauss acemi bir Amerikan süvarinin rolünü üstleniyor. Kızıldereliler üzerine yapılan bir katliam sonrası bu ikili kaçar ve doğayla çetin bir mücadele içindeyken biribirini daha iyi anlamaya, tanımaya başlar.

Canibal Holocaust ve I Spit On Your Grave filmleri gibi şok etkisi yapan, etkileyici bir westerndir Soldier Blue.

Etnik ırkçılık karşıtlığınla bilinen western filmleri:

  • A Man Called Horse
  • Little Big Man
  • Hombre
  • Kurtlarla Dans (Dance With The Wolves)
  • The Last Of Mohicans (Son Mohikan)


                                           Martin Ritt'in çektiği Hombre (1967)  filminden

29 Ocak 2012 Pazar

Jaques Brel'den Marieke



Fransızca şanson diyince akla gelen bir isimde Jaques Brel dir. Jaques Brel Belçikalı olduğu halde  tüm zamanların Fransızca müzik yapan en iyi sanatçılarından biri olarak gösterilir. Ailesi flaman soyundan gelsede evde fransızca konuşulur. Marieke şarkısı da flaman köklerini anmak için yazdığı bir aşk şarkısı, bir yandan Marieke isimde kıza büyük aşkından bahseder, bir yandan da memleketi Bruges'in sevimsizliğini ve soğukluğunu dile getirir. Böylece şarkıda enteresan bir tezat eşliğinde eski zamanlar anılır.

Jaques Brel  şarkılarını her zaman şairane bir anlatımla süslüyordu. Şöz yazarı, müzisyen ve şarkıcı olarak şarkılarını teatral bir edayla seyirciye sunmayı kendisine ilke edinmiştir. Şarkılarında aşktan ziyade çok değişik temalar işlemekle beraber şarkılarında ironik ve şiirsel bir dil kullanırdı.

Ne yazık ki ölümü püfür püfür sigara içme alışkanlığı yüzünden olmuştur. Paris'in varoşlarından Bobigny`de 1977 yılında akciğer kanserinden hayatını kaybetti.


ay marieke, marieke
seni o kadar severdim ki
bruge'den gand'a kadar
kuleler arasında
çok zaman önce
bruge'den gand'a kadar
kuleler arasında

sevgisiz, sıcacık sevgiden yoksun,
eser rüzgâr, aptal rüzgâr
sevgisiz, sıcacık sevgiden yoksun,
ağlar deniz, gri deniz
sevgisiz, sıcacık sevgiden yoksun,
ışık vardır, karanlık ışık
ve memleketimin üstünde
düz ülkemin, flaman ülkemin*

sevgisiz, sıcacık sevgiden yoksun,
güler şeytan, kara şeytan
sevgisiz, sıcacık sevgiden yoksun,
yanar kalbim, benim yaşlı kalbim
sevgisiz, sıcacık sevgiden yoksun,
ölüverir yaz, üzgün yaz
ve kumlar eser memleketimin üzerinde
düz ülkemin, flaman ülkemin

ay marieke marieke, flaman gökyüzü
çok mu ağırdır
bruges'den gand'a kadar
ay marieke marieke, yirmi yılın boyunca
seni ne çok sevdim
bruges'den gand'a kadar

ay marieke marieke geri gelsin eski zamanlar
geri gelsin bruges'den gand'a kadar ki zamanlar
ay marieke marieke geri gelsin eski zamanlar
beni bruges'den gand'a kadar sevdiğin zamanlar

ay marieke marieke, akşamları sıklıkla
bruges'den gand'a kadar kuleler arasında
ay marieke marieke, tüm gölcükler
bana kollarını açıyorlar, bruges'den gand'a kadar
bruges'den gand'a kadar, bruges'den gand'a kadar

21 Ocak 2012 Cumartesi

1960 Yılından Klasikler

           


           


"My Heart Belongs To Daddy" (Lets Make Love)










18 Ocak 2012 Çarşamba

Korsanlar





Siyah İnci korsan gemisi


Macera türünün tutkunları için korsanlar beyazperdenin olmasa olmazlarından sayılır. Bu nedenle Karaip Korsanlar serisi baya bir fan kitlesi oluşturmaya başarmıştır. Uçuk karakterler, kılıç savaşları, yakışıklı jönler,  güzel kadınlar, deniz efsanleleri, yelkenli gemi çatışmaları, fantastik akrobasiler, yeni keşifler ve zalimlere karşı özgürlük mücadeleri belirli bir seyirci kitlenin hep ilgisini çekmiştir. Şimdiki zamanda hemen hemen deniz korsanlığı eski dönemlere benzememekle ya da olanaksız bir uğraş olarak kabul edildiği için özgürlükçü ve maceracı bir fantazi modeli olarak bizlere miras kalmıştır.

Hayatın tekdüzeliğinden uzaklaşmak adına iki saatlik bir deniz serüveni birçok kimsenin düşlerini süslemekte. Hem denizlerde rum şişesiyle keyif çat, elin malına, mücevherlerine el koy, güzel kadınları esir al, onlarla gönül eğlendir sonra rehine karşılığında fidye al, ne kadar kanun nizam varsa hepisini ihlal et. Oh, yarasın. Korsanların hayatı bu kadar kolay olmadığı aşikar ama sonsuz özgürlük için hangi maceracı bu zorluklara katlanmaz ki. Medeniyete şehir yaşamı sürmeye alışmış bizler bu zorluklara katlanmayız, onun yerine kıçımızla koltukları ısıtıp beyazperdeyi izlemeyi yeğliyoruz, zira böylesi daha kolay.

1935'de Captain Blood ve Erol Flynn ile başlayan korsan çılgınlığı  onun The Sea Hawk filmiyle devam etmiştir. Erol Flynn hareketli ve küstah korsan çizgisiyle seyircileri kendisine hayran bırakmıştır . Tabii şimdiki zamana göre bu filmlerin gayet klişe ve aptalca gelmeleri olasıdır. Ancak 1952'de gösterime giren The Crimson Pirate filmini tüm klişere rağmen  takdire şayan olduğu gibi birçok korsan filmine de öncü olmuştur.

18. yüzyılda aklını ve cesaretini kullanarak zalim bir İspanyol asiline karşı koyan korsan Kaptan Vallo'nun hikayesidir Korsanlar Kralı.
Başrollerde Burt Lancaster ile Nick Cravat öyle bir oyunculuk örneği ortaya koyuyorlar ki yıllar sonra izleseniz de gördüklerinizden haz alıyorsunuz. Oyuncu Burt Lancaster cidden muhteşem bir karakter oyuncusudur. Burt Lancaster film dünyasına sirkten katılmıştır. Lancaster sirkte bir akrobatken hareketli filmlerle kendisini seyirciye sevdirmeyi başarmıştır, ama tüm bu akrobasinin yanında karizmasıyla ve usta oyunculuğuyla ışık saçan bir aktördü.



Robert Stevenson'un meşur kitabından uyarlanan Hazine Adası (Treasure Island, 1950) filmini de unutmamak gerek. Gerçi Treasure Island, The Goonies (1985) ve Hook (1991) gibi yapımlar daka çok çocuklara hitap ediyor.

Tarihi fona bürünen  denizci ve korsan halklardan biri de Vikingler (The Vikings -1958) dir. Vikingler oldukça tutkulu ve ihtiraslı bir klişeler silselisinden ibarettir. 

Walt Disney Stüdyoları da korsan filmlerini pek sever, Karaip Korsanlar ve Siyah İnci gibi filmleri çevirmeden Stevenson'un yönetmenliği ve Peter Ustinov'un başrolü eşliğinde Blackbeard's Ghost (1968) adında bir korsan komedyası çekilmiştir. Akıllı otomobil Herbie gibi bu da gayet eğlenceli ve neşeli bir serüveni anlatmaktadır.

Bu korsan filmlerin yanında korsan filmi olmayıpta ama macera ruhuna uygun, ünlü romanlardan uyarlanan "The Three Musketeers" (1993) ve "Monte Kristo Kontu" (2002) nu da izlemenizi öneririm.



Son olarak Roman Polanski'nin eleştirmenler tarafından pek sevilmeyen Pirates (1986) filmini anmak isterim. Bana göre bu filmde eleştirmenler Polanski'ye biraz haksızlık yaptı, zira kötü bir film değil hatta Walter Matthau'un garip espiri anlayışıyla eğlenceli bile sayılır. Kostümler olsun kurgu olsun zamana da uygun.

Somali'li korsanları korsandan saymazsak bu adamların soyu tükenmiş gibi bir şey,onun için elinze geçirdiğiniz bir korsan filmi varsa izleyiniz efenim. :)


16 Ocak 2012 Pazartesi

Limelights

Sahne Işıkları ve Chaplin


Chaplin şüphesiz sessiz sinemanın en iyi güldürü ustalarındandı, hem film çekimleri sırasında çok titiz ve zor biriymiş hatta hata yapana tokatı basabilecek kadarda sinirli. Bu bize Chaplin'in kendi işini ne kadar önemsediğini gösteriyor.

Sessiz sinema son günlerine gelmesiyle beraber Charlie Chaplin'in günleri de biteceğini düşünenler yanılmış olacak ki "Büyük Diktatör" filmiyle bir nevi Hitler'i taklit ederek kendi çağının siyasi karakterlerini  hiciv ve taşlama yoluyla eleştirebileceğini ortaya koymuştur. Ancak bana göre 'Limelights' filmiyle, bizdeki ismiyle Sahne Işıklarıyla en güzel eserini yaratmıştır. Güldürü ustasından komedi beklersiniz, ama en iyi komedyenler genelde en iyi dramları yazanlardır. Charlie Chaplin'de Sahne Işıklarıyla zaman zaman gülümsetsede bu filmiyle seyirciyi hüzünlendirmektedir.



Büyük bir şov adamı ve komedyen olan Calvero, artık yaşlanmıştır ve sahne hayatının bitmesiyle hayatının biteceğini düşünmekte. Calvero ayağından sakatlanan ve depresyona giren genç bir balerinaya yardım edip onun tekrardan kendine özgüvenini kazanmasını sağlamaya çalışır.


"Zaman en iyi yazardır. Her zaman mükemmel sonu yazar." (Calvero)



Bu film bir nevi Charlie Chaplin'in iç yüzünün ve karakterinin bir yansıması olduğu için benim için kıymetlidir. Aslında  Sahne Işıklarıyla bir nebze kendi hayatını anlatmıştır Chaplin.

Böyle bir sanatçıya kendi ülkesinin uzun süreliğine gereken saygıyı ve vefakarlığı göstermemesi Charlie'nin Amerika'dan İngilitere'ye zorunlu göç etmesine kadar yol açmıştır. Chaplin'in hiçbir totaliter güç karşısında ideallerini ve inancını satmayacak kadar güçlü ve prensip sahibi bir kişilikti. O günlerde Chaplin'e komünist olma şüphesiyle zor günler yaşatılmıştı ve soruşturma komisyonlar tarafından  bi sürü saçma sapan suallere maruz kalmıştı. Daha sonra Londra'da Chaplin'e İngilitere Kraliçesi tarafından 'Sir' ünvanı verilmiştir.

15 Ocak 2012 Pazar

Siyah Lale

La Tulip Noire (The Black Tulip - 1964)



Benim şöyle herkesin bilmediği garip sevdalarım vardır. Bu çerçevede 1964 yılında çekilmiş Siyah Lale filmini çocukken hayran gözlerle izlemişimdir.


Film adını Alexander Dumas'nın aynı isimli novellasından aldıysada kitabın içeriğinle yakından uzaktan alakası yok. Burada Siyah Lale bir kahraman, bir jöndür, altında beyaz atı olan ve zulüm gören zayıf halkın yardımına koşan zalimlerin düşmanı olması gerekirken filmde aksine adi ve acımasız bir hırsızdır.


Alain Delon Siyah Lale rolünde

Hırsızımız yolda, ormanda  ya da zenginlerin şatolarına girerek Fransız aristokratlarının mücevherlerini  soyarken küstahca kahkahlar atan ve bununla eğlenen tipik bir anti kahramandır, ama hırsız jönümüzün bir de zıt karakterli bir ikiz kardeşi var. Kahramanlıklardan uzak, şımarık bir aristokrat ve kendi başına daha giyinmesini bilemeyecek kadar beceriksiz. Bu ikiz kardeşlerin ikisini de sempatik görünümlü Alain Delon' dan başkası oynamıyor. Fransız ihtilali öncesi halkın gördüğü zulüm ve kötü muameleler sebebiyle aristokratlara karşı halkın hoşnutsuzluğu açıkça görülmektedir. 

 
Kardeşlerden aristokrat olanı kendini bu halkın davasına adayarak, kardeşlik, eşitlik ve özgürlük gibi kavramlarla yanıp tutuşmaktadır, ama ne yazık ki hırsız kardeşi kadar becerikli değildir. Bir gün hırsız kardeş yaralanır ve diğer kardeşe fırsat doğar. Nasıl mı, tıpa tıp birbirne benzedikleri için onun yerine geçer ve kardeşinin hırsızlık eylemlerine kendi davası adına halkın nebzinde heroik bir imaj kazandırmaya çalışır. Artk 'Siyah Lale' halkın Robin Hood'u olmuştur. Bu da idealist aristokratımız için bir nevi ikili oyun anlamına gelmektedir.


Virna Lisi ve Alain Delon
Gündüzleri hırsız, geceleri balolarda kıllık değiştirip soylu kadınlarla gönül eğlendiren acemi hırsızımız gittikçe ustalaşır ve her soygundan sonra mahal yerine siyah bir lale bırakıverir. 

Kahramansı anlatımınla adeta klişelerle bezeli, tarihi fonda geçen  bu  macera filminde halk kızı, Caro, rolündeki güzel Virna Lisi de  Alain Delon ile birlikte uyumlu bir çift oluşturmuşlar. Halktan bir kızın aristokrat bir beyefendiyle filizlenen aşkının pekişmesinde birlikte ortak idealler uğrunda mücadele vermelerinin de payı büyük. Fanfan, Casanova gibi tarihi macera filmleri kendilerine Siyah Lale, Zorro, Korsanlar Kralı gibi benzer klasik yapımları örnek aldığını da belirtmek isterim.

14 Ocak 2012 Cumartesi

Butterflies Are Free

Kelebekler Özgürdür (1972)

Belki mekanlar sınırlı olabilir, velhasıl filmin çoğu, fare yuvası mı desek yoksa aşk yuvası mı desek, ona benzer bir apartman dairesinde geçmekte. Konuşulanlar o kadar güzel ve anlamlı ki zamanın nasıl geçtiğini anlamadım. Hele ingilizceniz de varsa diyalogları dinlemek çok hoş oluyor.
Edward Albert ve Goldie Hawn

İri gözlü Goldie Hawn gençken ne kadar da cıvıl cıvılmış, çılgın ve özgürlükçü hippi kız tanımına tam olarak uyum sağlamaktadır. Goldie Hawn'ın gülüşü size tanıdık gelebilir, zira kendisi Kate Hudson'un annesi oluyor.

Gelgelelim kelebeklere ve Kelebekler Özgürdür ismine, esas oğlanın bu isimle bestelediği bir şarkı tıpa tıp bizim çiçekçi kıza göre yazılmış havasını veriyor.

Filmin konusu kısaca şöyle, kör bir oğlan rolündeki Edward Albert annesinin aşırı korumacılığından  kurtulup bağımsızlğını kazanabilmesi için ayrı bir daireye taşınır. Burada kendisine komşu olan hippi kız Jill (Goldie Hawn) ile tanışır ve aralarında enteresan bir ilişki başlar. Sarışın körü ağarlar gibi..




Filmi çok eskiden izlemekle beraber Goldie Hawn'ın filmografisine bakarken tekrar gözüme ilişip tekrardan izlemek isteği bende uyandırdı. Bunca zamandan sonra film hakkında fikrimin hiç değişmediğini görmem aslında sevindirici, hala hoş ve şirin bir yapım olarak karşımızda duruyor, ama bu tüm o tatlılığın yanında keskin bir mesaj vermeyi de ihmal etmiyor.


Goldie Hawn dıştan bakınca baya saf bir görünümünde olduğunu söylebiliriz. Hani sarışınlar aptal olur derler ya da saf saf konuşmaları olur ama bir anda ağızından dökülen kelimelerle karşıdakini dumura uğratabilecek kadarda cin fikirli ve akıllı.

Filmde aşkın saf duyguları yanında korku, endişe, önyargı gibi, koruma içgüdüsü ve tükenmişlik gibi insancıl meselelere yer verilmektedir. Sonrada keşfedilen Solomon adaları gibidir bu film, hem gizemli hem aydınlatıcı.

LA STRADA



Sonsuz Sokaklar (1954) - La Strada


Sonsuz Sokaklar Fellini'den bir başyapıttır. Bu denli güçlü ve yalın bir anlatıma hiç tesadüf etmemiştim ki filmde diyalogtan ziyade beden dili ve mimikler kullanılmıştır. Bu oldukça doğal latife ekstradan bir vurguya neden oluyor. Neden sonuç ilişkileri zekice iç içe örülmüş ve sonunda seyirciye 'vay be' ne acıklı bir hikayemiş bu böyle dedirtiyor.
Oyunculuklara gelirsek hafif deli palyaço rolündeki Gulietta Masima öyle saf ve temiz bir rol kesmiş ki erkek eli değmemiş, doğayla içe içe olan bu çocuksu kadın karakterini büyük bir ustalıkla canlandırmış, zaman zaman da pandomin sanatçıların kullandığı yüz ifadelerini kullanarak bu saf kadın rolünün altını çizmeyi başarmıştır. Anthony Quinn canlandırdığı avare sokak göstericisi Zampano da tam bi zorba, duygusuz, maço ve katı bir erkek. Hem Gelsomina ve Zampano arasındaki iletişimsizliği izlemek eğlenceliydi...sahip köpek ilişkisini izler gibisiniz.


 



Gelsomina Zampano'nun sadakatsızlığından rahatsız olmaya başlayınca ve Zampano'ya hesap sormaya çalışınca Zampano kendisinde hak yapmaya gördüğü şeylerin hesabını bile vermeye yanaşmamaktadır, zira kalbi taşlaşmıştır ve katıdır.  Ancak Gelsomina tanıştığı bir cambazın da etkisiyle evrende herşeyin bir nedeni olduğunu düşünmektedir ve aslında Zampano'nun taşlaşmış yüreği ardında yumuşak bir kalbi olduğunu sezmektedir. Bu davranışı feminist çevrelerce elştirebilinir ama Gelsomina biraz deli olmakla beraber her yere uyum sağlayabildiği halde oldukça eski kafalıdır.
Filmi sabırla izlemenizi tavsiye ederim, çünkü tüm ilişkileri altüst edecek bir kırılma nokatasına sahip. Nina Rota'nın bestelediği müzikte filmin ana temasını belirlemektedir ki filmin sonunda Zampano'nun Gelsomina'yı seviyormuydu ya da sevmiyormuydu çözebilmiş değilim.