29 Ocak 2012 Pazar

Jaques Brel'den Marieke



Fransızca şanson diyince akla gelen bir isimde Jaques Brel dir. Jaques Brel Belçikalı olduğu halde  tüm zamanların Fransızca müzik yapan en iyi sanatçılarından biri olarak gösterilir. Ailesi flaman soyundan gelsede evde fransızca konuşulur. Marieke şarkısı da flaman köklerini anmak için yazdığı bir aşk şarkısı, bir yandan Marieke isimde kıza büyük aşkından bahseder, bir yandan da memleketi Bruges'in sevimsizliğini ve soğukluğunu dile getirir. Böylece şarkıda enteresan bir tezat eşliğinde eski zamanlar anılır.

Jaques Brel  şarkılarını her zaman şairane bir anlatımla süslüyordu. Şöz yazarı, müzisyen ve şarkıcı olarak şarkılarını teatral bir edayla seyirciye sunmayı kendisine ilke edinmiştir. Şarkılarında aşktan ziyade çok değişik temalar işlemekle beraber şarkılarında ironik ve şiirsel bir dil kullanırdı.

Ne yazık ki ölümü püfür püfür sigara içme alışkanlığı yüzünden olmuştur. Paris'in varoşlarından Bobigny`de 1977 yılında akciğer kanserinden hayatını kaybetti.


ay marieke, marieke
seni o kadar severdim ki
bruge'den gand'a kadar
kuleler arasında
çok zaman önce
bruge'den gand'a kadar
kuleler arasında

sevgisiz, sıcacık sevgiden yoksun,
eser rüzgâr, aptal rüzgâr
sevgisiz, sıcacık sevgiden yoksun,
ağlar deniz, gri deniz
sevgisiz, sıcacık sevgiden yoksun,
ışık vardır, karanlık ışık
ve memleketimin üstünde
düz ülkemin, flaman ülkemin*

sevgisiz, sıcacık sevgiden yoksun,
güler şeytan, kara şeytan
sevgisiz, sıcacık sevgiden yoksun,
yanar kalbim, benim yaşlı kalbim
sevgisiz, sıcacık sevgiden yoksun,
ölüverir yaz, üzgün yaz
ve kumlar eser memleketimin üzerinde
düz ülkemin, flaman ülkemin

ay marieke marieke, flaman gökyüzü
çok mu ağırdır
bruges'den gand'a kadar
ay marieke marieke, yirmi yılın boyunca
seni ne çok sevdim
bruges'den gand'a kadar

ay marieke marieke geri gelsin eski zamanlar
geri gelsin bruges'den gand'a kadar ki zamanlar
ay marieke marieke geri gelsin eski zamanlar
beni bruges'den gand'a kadar sevdiğin zamanlar

ay marieke marieke, akşamları sıklıkla
bruges'den gand'a kadar kuleler arasında
ay marieke marieke, tüm gölcükler
bana kollarını açıyorlar, bruges'den gand'a kadar
bruges'den gand'a kadar, bruges'den gand'a kadar

21 Ocak 2012 Cumartesi

1960 Yılından Klasikler

           


           


"My Heart Belongs To Daddy" (Lets Make Love)










18 Ocak 2012 Çarşamba

Korsanlar





Siyah İnci korsan gemisi


Macera türünün tutkunları için korsanlar beyazperdenin olmasa olmazlarından sayılır. Bu nedenle Karaip Korsanlar serisi baya bir fan kitlesi oluşturmaya başarmıştır. Uçuk karakterler, kılıç savaşları, yakışıklı jönler,  güzel kadınlar, deniz efsanleleri, yelkenli gemi çatışmaları, fantastik akrobasiler, yeni keşifler ve zalimlere karşı özgürlük mücadeleri belirli bir seyirci kitlenin hep ilgisini çekmiştir. Şimdiki zamanda hemen hemen deniz korsanlığı eski dönemlere benzememekle ya da olanaksız bir uğraş olarak kabul edildiği için özgürlükçü ve maceracı bir fantazi modeli olarak bizlere miras kalmıştır.

Hayatın tekdüzeliğinden uzaklaşmak adına iki saatlik bir deniz serüveni birçok kimsenin düşlerini süslemekte. Hem denizlerde rum şişesiyle keyif çat, elin malına, mücevherlerine el koy, güzel kadınları esir al, onlarla gönül eğlendir sonra rehine karşılığında fidye al, ne kadar kanun nizam varsa hepisini ihlal et. Oh, yarasın. Korsanların hayatı bu kadar kolay olmadığı aşikar ama sonsuz özgürlük için hangi maceracı bu zorluklara katlanmaz ki. Medeniyete şehir yaşamı sürmeye alışmış bizler bu zorluklara katlanmayız, onun yerine kıçımızla koltukları ısıtıp beyazperdeyi izlemeyi yeğliyoruz, zira böylesi daha kolay.

1935'de Captain Blood ve Erol Flynn ile başlayan korsan çılgınlığı  onun The Sea Hawk filmiyle devam etmiştir. Erol Flynn hareketli ve küstah korsan çizgisiyle seyircileri kendisine hayran bırakmıştır . Tabii şimdiki zamana göre bu filmlerin gayet klişe ve aptalca gelmeleri olasıdır. Ancak 1952'de gösterime giren The Crimson Pirate filmini tüm klişere rağmen  takdire şayan olduğu gibi birçok korsan filmine de öncü olmuştur.

18. yüzyılda aklını ve cesaretini kullanarak zalim bir İspanyol asiline karşı koyan korsan Kaptan Vallo'nun hikayesidir Korsanlar Kralı.
Başrollerde Burt Lancaster ile Nick Cravat öyle bir oyunculuk örneği ortaya koyuyorlar ki yıllar sonra izleseniz de gördüklerinizden haz alıyorsunuz. Oyuncu Burt Lancaster cidden muhteşem bir karakter oyuncusudur. Burt Lancaster film dünyasına sirkten katılmıştır. Lancaster sirkte bir akrobatken hareketli filmlerle kendisini seyirciye sevdirmeyi başarmıştır, ama tüm bu akrobasinin yanında karizmasıyla ve usta oyunculuğuyla ışık saçan bir aktördü.



Robert Stevenson'un meşur kitabından uyarlanan Hazine Adası (Treasure Island, 1950) filmini de unutmamak gerek. Gerçi Treasure Island, The Goonies (1985) ve Hook (1991) gibi yapımlar daka çok çocuklara hitap ediyor.

Tarihi fona bürünen  denizci ve korsan halklardan biri de Vikingler (The Vikings -1958) dir. Vikingler oldukça tutkulu ve ihtiraslı bir klişeler silselisinden ibarettir. 

Walt Disney Stüdyoları da korsan filmlerini pek sever, Karaip Korsanlar ve Siyah İnci gibi filmleri çevirmeden Stevenson'un yönetmenliği ve Peter Ustinov'un başrolü eşliğinde Blackbeard's Ghost (1968) adında bir korsan komedyası çekilmiştir. Akıllı otomobil Herbie gibi bu da gayet eğlenceli ve neşeli bir serüveni anlatmaktadır.

Bu korsan filmlerin yanında korsan filmi olmayıpta ama macera ruhuna uygun, ünlü romanlardan uyarlanan "The Three Musketeers" (1993) ve "Monte Kristo Kontu" (2002) nu da izlemenizi öneririm.



Son olarak Roman Polanski'nin eleştirmenler tarafından pek sevilmeyen Pirates (1986) filmini anmak isterim. Bana göre bu filmde eleştirmenler Polanski'ye biraz haksızlık yaptı, zira kötü bir film değil hatta Walter Matthau'un garip espiri anlayışıyla eğlenceli bile sayılır. Kostümler olsun kurgu olsun zamana da uygun.

Somali'li korsanları korsandan saymazsak bu adamların soyu tükenmiş gibi bir şey,onun için elinze geçirdiğiniz bir korsan filmi varsa izleyiniz efenim. :)


16 Ocak 2012 Pazartesi

Limelights

Sahne Işıkları ve Chaplin


Chaplin şüphesiz sessiz sinemanın en iyi güldürü ustalarındandı, hem film çekimleri sırasında çok titiz ve zor biriymiş hatta hata yapana tokatı basabilecek kadarda sinirli. Bu bize Chaplin'in kendi işini ne kadar önemsediğini gösteriyor.

Sessiz sinema son günlerine gelmesiyle beraber Charlie Chaplin'in günleri de biteceğini düşünenler yanılmış olacak ki "Büyük Diktatör" filmiyle bir nevi Hitler'i taklit ederek kendi çağının siyasi karakterlerini  hiciv ve taşlama yoluyla eleştirebileceğini ortaya koymuştur. Ancak bana göre 'Limelights' filmiyle, bizdeki ismiyle Sahne Işıklarıyla en güzel eserini yaratmıştır. Güldürü ustasından komedi beklersiniz, ama en iyi komedyenler genelde en iyi dramları yazanlardır. Charlie Chaplin'de Sahne Işıklarıyla zaman zaman gülümsetsede bu filmiyle seyirciyi hüzünlendirmektedir.



Büyük bir şov adamı ve komedyen olan Calvero, artık yaşlanmıştır ve sahne hayatının bitmesiyle hayatının biteceğini düşünmekte. Calvero ayağından sakatlanan ve depresyona giren genç bir balerinaya yardım edip onun tekrardan kendine özgüvenini kazanmasını sağlamaya çalışır.


"Zaman en iyi yazardır. Her zaman mükemmel sonu yazar." (Calvero)



Bu film bir nevi Charlie Chaplin'in iç yüzünün ve karakterinin bir yansıması olduğu için benim için kıymetlidir. Aslında  Sahne Işıklarıyla bir nebze kendi hayatını anlatmıştır Chaplin.

Böyle bir sanatçıya kendi ülkesinin uzun süreliğine gereken saygıyı ve vefakarlığı göstermemesi Charlie'nin Amerika'dan İngilitere'ye zorunlu göç etmesine kadar yol açmıştır. Chaplin'in hiçbir totaliter güç karşısında ideallerini ve inancını satmayacak kadar güçlü ve prensip sahibi bir kişilikti. O günlerde Chaplin'e komünist olma şüphesiyle zor günler yaşatılmıştı ve soruşturma komisyonlar tarafından  bi sürü saçma sapan suallere maruz kalmıştı. Daha sonra Londra'da Chaplin'e İngilitere Kraliçesi tarafından 'Sir' ünvanı verilmiştir.

15 Ocak 2012 Pazar

Siyah Lale

La Tulip Noire (The Black Tulip - 1964)



Benim şöyle herkesin bilmediği garip sevdalarım vardır. Bu çerçevede 1964 yılında çekilmiş Siyah Lale filmini çocukken hayran gözlerle izlemişimdir.


Film adını Alexander Dumas'nın aynı isimli novellasından aldıysada kitabın içeriğinle yakından uzaktan alakası yok. Burada Siyah Lale bir kahraman, bir jöndür, altında beyaz atı olan ve zulüm gören zayıf halkın yardımına koşan zalimlerin düşmanı olması gerekirken filmde aksine adi ve acımasız bir hırsızdır.


Alain Delon Siyah Lale rolünde

Hırsızımız yolda, ormanda  ya da zenginlerin şatolarına girerek Fransız aristokratlarının mücevherlerini  soyarken küstahca kahkahlar atan ve bununla eğlenen tipik bir anti kahramandır, ama hırsız jönümüzün bir de zıt karakterli bir ikiz kardeşi var. Kahramanlıklardan uzak, şımarık bir aristokrat ve kendi başına daha giyinmesini bilemeyecek kadar beceriksiz. Bu ikiz kardeşlerin ikisini de sempatik görünümlü Alain Delon' dan başkası oynamıyor. Fransız ihtilali öncesi halkın gördüğü zulüm ve kötü muameleler sebebiyle aristokratlara karşı halkın hoşnutsuzluğu açıkça görülmektedir. 

 
Kardeşlerden aristokrat olanı kendini bu halkın davasına adayarak, kardeşlik, eşitlik ve özgürlük gibi kavramlarla yanıp tutuşmaktadır, ama ne yazık ki hırsız kardeşi kadar becerikli değildir. Bir gün hırsız kardeş yaralanır ve diğer kardeşe fırsat doğar. Nasıl mı, tıpa tıp birbirne benzedikleri için onun yerine geçer ve kardeşinin hırsızlık eylemlerine kendi davası adına halkın nebzinde heroik bir imaj kazandırmaya çalışır. Artk 'Siyah Lale' halkın Robin Hood'u olmuştur. Bu da idealist aristokratımız için bir nevi ikili oyun anlamına gelmektedir.


Virna Lisi ve Alain Delon
Gündüzleri hırsız, geceleri balolarda kıllık değiştirip soylu kadınlarla gönül eğlendiren acemi hırsızımız gittikçe ustalaşır ve her soygundan sonra mahal yerine siyah bir lale bırakıverir. 

Kahramansı anlatımınla adeta klişelerle bezeli, tarihi fonda geçen  bu  macera filminde halk kızı, Caro, rolündeki güzel Virna Lisi de  Alain Delon ile birlikte uyumlu bir çift oluşturmuşlar. Halktan bir kızın aristokrat bir beyefendiyle filizlenen aşkının pekişmesinde birlikte ortak idealler uğrunda mücadele vermelerinin de payı büyük. Fanfan, Casanova gibi tarihi macera filmleri kendilerine Siyah Lale, Zorro, Korsanlar Kralı gibi benzer klasik yapımları örnek aldığını da belirtmek isterim.

14 Ocak 2012 Cumartesi

Butterflies Are Free

Kelebekler Özgürdür (1972)

Belki mekanlar sınırlı olabilir, velhasıl filmin çoğu, fare yuvası mı desek yoksa aşk yuvası mı desek, ona benzer bir apartman dairesinde geçmekte. Konuşulanlar o kadar güzel ve anlamlı ki zamanın nasıl geçtiğini anlamadım. Hele ingilizceniz de varsa diyalogları dinlemek çok hoş oluyor.
Edward Albert ve Goldie Hawn

İri gözlü Goldie Hawn gençken ne kadar da cıvıl cıvılmış, çılgın ve özgürlükçü hippi kız tanımına tam olarak uyum sağlamaktadır. Goldie Hawn'ın gülüşü size tanıdık gelebilir, zira kendisi Kate Hudson'un annesi oluyor.

Gelgelelim kelebeklere ve Kelebekler Özgürdür ismine, esas oğlanın bu isimle bestelediği bir şarkı tıpa tıp bizim çiçekçi kıza göre yazılmış havasını veriyor.

Filmin konusu kısaca şöyle, kör bir oğlan rolündeki Edward Albert annesinin aşırı korumacılığından  kurtulup bağımsızlğını kazanabilmesi için ayrı bir daireye taşınır. Burada kendisine komşu olan hippi kız Jill (Goldie Hawn) ile tanışır ve aralarında enteresan bir ilişki başlar. Sarışın körü ağarlar gibi..




Filmi çok eskiden izlemekle beraber Goldie Hawn'ın filmografisine bakarken tekrar gözüme ilişip tekrardan izlemek isteği bende uyandırdı. Bunca zamandan sonra film hakkında fikrimin hiç değişmediğini görmem aslında sevindirici, hala hoş ve şirin bir yapım olarak karşımızda duruyor, ama bu tüm o tatlılığın yanında keskin bir mesaj vermeyi de ihmal etmiyor.


Goldie Hawn dıştan bakınca baya saf bir görünümünde olduğunu söylebiliriz. Hani sarışınlar aptal olur derler ya da saf saf konuşmaları olur ama bir anda ağızından dökülen kelimelerle karşıdakini dumura uğratabilecek kadarda cin fikirli ve akıllı.

Filmde aşkın saf duyguları yanında korku, endişe, önyargı gibi, koruma içgüdüsü ve tükenmişlik gibi insancıl meselelere yer verilmektedir. Sonrada keşfedilen Solomon adaları gibidir bu film, hem gizemli hem aydınlatıcı.

LA STRADA



Sonsuz Sokaklar (1954) - La Strada


Sonsuz Sokaklar Fellini'den bir başyapıttır. Bu denli güçlü ve yalın bir anlatıma hiç tesadüf etmemiştim ki filmde diyalogtan ziyade beden dili ve mimikler kullanılmıştır. Bu oldukça doğal latife ekstradan bir vurguya neden oluyor. Neden sonuç ilişkileri zekice iç içe örülmüş ve sonunda seyirciye 'vay be' ne acıklı bir hikayemiş bu böyle dedirtiyor.
Oyunculuklara gelirsek hafif deli palyaço rolündeki Gulietta Masima öyle saf ve temiz bir rol kesmiş ki erkek eli değmemiş, doğayla içe içe olan bu çocuksu kadın karakterini büyük bir ustalıkla canlandırmış, zaman zaman da pandomin sanatçıların kullandığı yüz ifadelerini kullanarak bu saf kadın rolünün altını çizmeyi başarmıştır. Anthony Quinn canlandırdığı avare sokak göstericisi Zampano da tam bi zorba, duygusuz, maço ve katı bir erkek. Hem Gelsomina ve Zampano arasındaki iletişimsizliği izlemek eğlenceliydi...sahip köpek ilişkisini izler gibisiniz.


 



Gelsomina Zampano'nun sadakatsızlığından rahatsız olmaya başlayınca ve Zampano'ya hesap sormaya çalışınca Zampano kendisinde hak yapmaya gördüğü şeylerin hesabını bile vermeye yanaşmamaktadır, zira kalbi taşlaşmıştır ve katıdır.  Ancak Gelsomina tanıştığı bir cambazın da etkisiyle evrende herşeyin bir nedeni olduğunu düşünmektedir ve aslında Zampano'nun taşlaşmış yüreği ardında yumuşak bir kalbi olduğunu sezmektedir. Bu davranışı feminist çevrelerce elştirebilinir ama Gelsomina biraz deli olmakla beraber her yere uyum sağlayabildiği halde oldukça eski kafalıdır.
Filmi sabırla izlemenizi tavsiye ederim, çünkü tüm ilişkileri altüst edecek bir kırılma nokatasına sahip. Nina Rota'nın bestelediği müzikte filmin ana temasını belirlemektedir ki filmin sonunda Zampano'nun Gelsomina'yı seviyormuydu ya da sevmiyormuydu çözebilmiş değilim.